24 Ocak 2014 Cuma

Helloo,
Hamileliliğin verdiği bitkinlikle kucaklıyorum bugün seni... Bugün gerçekten kendimi çok yorgun ve bitkin hissediyorum. Bir de davul gibi şiş! Sanki karnım 6 aylıkmış gibi şişmiş gözüküyor. Neden böyle acaba? Gittiğimde doktoruma sormalıyım. Ve sanırım diet yapmalıyım biraz... Çünkü yine hamileliğin verdiği rahatlıkla yemekten alamıyorum kendimi oysa erken gebelik döneminde (ilk 3 ayı kapsayan dönemde) yalnızca 3 kilo almayı öneriyor uzmanlar...  Ama ben şimdiden 2 kilo almışımdır diye tahmin ediyorum...

Erken gebelik döneminde başka neler yaşayacağıma gelince...

Kasık ağrıları olacak
Gebeliğin başlangıç aylarında büyüyen bebeğin ve rahimin neden olacağı kasık ağrıları oldukça sık karşılaşılan bir durum.

Yastığa başımı koymadan uyuyabileceğim
Anneyi gebeliğe hazırlamak için Progesteron denen hormon gebeliğin ilk aylarından itibaren yükselmeye başlıyor.Ve bu da aşırı derecede uyuma isteği ve yorgunluk yaratıyor bünyede. 

Bulantı kusmalar... 
İlk bebeğimde olmadı bakalım bunda olacak mı? 

23 Ocak 2014 Perşembe

Sevgili Blog,

Bugünkü halet-i ruhiyem daha sakin, daha sabırlı daha araştırmacı gazeteci... İnanır mısın ilk bebekteki tüm tecrübelerimi unutmuş gibiyim. Web'de araştırma yaparken hatırlıyorum bazı şeyleri. Ama yine hatırlayamadığım şeyler var.
Mesela pişik kremini her altını aldığımda sürüyor muydum? Günde kaç bebek bezi tüketiyordum? En azından ilk zamanlar çok olduğunu biliyorum ama...
Bir de şunu merak ediyorum:
Hamile kalan bir annenin web'de araştırdığı ilk şey ne olur sence?
Benim ilk baktığım şey: Bebek odası takımı oldu:)
Sonrasında da şampuan, bakım kremleri...  Keyifli... Ama daha çok erken olduğunu hatırlayınca (daha 15 günlük:) bakmaktan vazgeçiyorum...
Gelecek hafta doktorumla randevum var. Dış gebelik olup olmadığına, bakacak... Merakla bekliyorum.
ebru



22 Ocak 2014 Çarşamba

Ve hamileyim!

Sevgili Blogcuğum, 
Evet tam 15 gündür içerimde bir küçücük atomcuk var.(mış)... Dün öğrendim. Şaşkınlık, huzursuzluk, sevinç kaygı, hassasiyet, bunalım hepsini bir arada yaşıyorum. İşte laboratuvar sonuçlarım aşağıda... 

  
Peki şimdi ne olacak? 
"Hamileyim ne yapacağım" kaygısı taşımıyorum elbette. En azından ikinci bebek olduğu için tecrübelerim sabit. Ama yine de en az ilk ilk bebeğimdeki kadar heyecanlıyım. Hatta belki de daha fazlası... İlk bebekler biraz oldu bittiye geliyor galiba; anlamadım. O zaman nasıl baş edebilecek miyim? Bebek nasıl bir duygu gibi hassasiyetlerim varken... Şimdi ekonomik olarak yetebilecek miyim? Nasıl olacak her şey... Oğlum onu çok kıskanacak mı? Gibi bambaşka kaygılar içerisindeyim. Tabii bir de bu 3 ay bir an önce geçse herkese söyleyebilsem heyecanı... 
Hamilelik 3 ay kimseye söylenmez bilirsin... Olur da bebeğe bir şey olursa, yine insanlara anlatarak zor durumda kalma diye... Kimisi de bunu nazara bağlar... "aman nazar değmesin"... Ben biraz daha objektif bakanlardanım sanırım. İlk şık daha bilinçli bir hareket geliyor doğrusu... 
Bakalım, haydi hayırlısı.... 





Yaşama tutunuyorum!

Sevgili Blog,
Bazen insanların konuşmaya ihtiyaçları olur. Bazen bolca saçmalamaya... O an yanında kimseyi bulamaz. Bulur da bulamaz... Ben uzun zamandır kimseyi bulamıyorum. İşte bu yüzden tüm dünyayı kucaklıyorum şu an ve bundan böyle tüm yaşadıklarımı buradan hönküreceğim resmen.... Aslında ne güzel hayallerle bu blogu açmıştım. Bundan 4 sene önce hamileyken açtığım blog; hamilelik iznimde  canım sıkılmasın diye beni oyalayacak bir oyuncaktı... Peh peh... Hamilelik izninde canı sıkılan var mıdır acaba? Ne saçma bir hayal gücü... 
Ama gerçekler çok geçmeden yüzüme bir tokat gibi vurdu! 
4 senedir bu bloga tek bir harf bile çiziktiremedim. 
Çünkü bir oğlum var tam 3 buçuk yaşında ve yaklaşık 4 senedir; asosyal bir yaşam sürmekteyim. Asosyal dediysem ortamlarda çok işim olmaz. Eskiden gidebildiğim sergi-tiyatro-konser gibi kavramlardan geriye yalnızca sinema kalmış durumda.  Tabii o da  animasyon filmleri... Bunda elbette tek neden oğlum değil. Evlilik sonrası eski arkadaşlardan biraz uzaklaşıyorsun; ardından onlar da evlenmemişse arana uçurum giriyor. Tabii bazıları evlense de İstanbul'da yaşamak, trafik ister istemez uzaklaştırıyor. Bir de araya çocuk girince... Kalıyorsun sen ve çekirdek ailen baş başa...
İşte tam böyle geçti 4 yıl koca yıl! Ve tam oğlum biraz büyüdü; artık bazı cafelere, sergilere, tatillere, arkadaş gruplarına yeniden adapte olmaya başladım ki; regl'im gecikti!!!!!!!

26 Nisan 2011 Salı


Beni bende demen bende değilim; bir ben vardır bende benden içeri...
                                                                                    Yunus Emre

31 Ocak 2011 Pazartesi

Kanatlı evrene yolculuk: Kuşlar

Pek çok kuş türünü gözleyebileceğimiz şanslı bir coğrafyada yaşıyoruz. Ne yazık ki aynı coğrafya bizleri kuşların nasıl yok olduğuna da tanık ediyor. Küresel ısınma, sulak alanların yok olması, kaçak avlanma gibi nedenlerle kuşlar her geçen gün yaşam alanı bulmakta zorlanıyor. Şu ana kadar birçok kuş türünün nesli tükendi, pek çoğu artık parmakla sayılıyor… 

Uçabilmeleri sayesinde insanoğlunun hayranlığını kazanan kuşlar, bu yetenekleriyle zamanla özgürlüğün de simgesi haline geldiler. Evrimsel olarak uçmaya ilk başlayan canlılar değildir kuşlar. Ama buna rağmen bugün neredeyse tüm türleri uçma yeteneğine sahip olduğu için, bu yetenekleriyle anılırlar. Kronolojik sıraya bakıldığında ilk uçan canlılar böceklerdir ama kuşların da sonradan bu yeteneği kazanmalarıyla böceklerin havadaki egemenliğine ortak olmuşlar. Uçma yetenekleri, diğer canlılarla yiyecek ve yaşam alanı açısından rekabet edebilmelerine yol açmış ve bu da onlara önemli bir avantaj sağlamış. Uçamayan diğer canlılara göre yarattıkları yeni yaşam ve beslenme alanı, gökyüzünün hâkimi olmalarında önemli bir faktör olmuş. Vücutlarındaki tüyler, kanatlar ve uçuş sırasında vücuda alınan oksijeni daha verimli kullanabilen akciğerler, başlıca uçuş adaptasyonları arasındadır.
Sınıflandırma açısından bakıldığında dünya üzerinde yaklaşık 10 bin civarında kuş türü bulunur. Kuşlar, dünyadaki bütün kıtalarda, hemen hemen her bölgede bulunurlar. Bu yaygın çeşitliliğin temel sebeplerinden biri yukarıda bahsettiğimiz uçma yeteneğidir. Memeli türleri ile kıyaslamak gerekirse Dünya üzerindeki tüm memeli türü sayısının sadece 4 bin 500 civarında olduğunu söylemek kuşların ne kadar yaygın ve fazla çeşitliliğe sahip bir sınıf olduğunu ortaya koyar. Kuşların en çok tür yoğunluğunun görüldüğü yerler en verimli ekosistemler açısından ilk sırada gelen tropik ormanlardır.
Bulundukları ekosistem için büyük önem taşıyan kuşlar, beslenme zincirinde de üstlerde yer alırlar. Bu nedenle ve bazı hassas gereksinimleri dolayısıyla, ekosistemdeki değişimlere daha şiddetli tepki verirler. Pek çok çalışmada indikatör (belirteç) tür olarak kullanılmalarının sebebi de aslında budur. Bir anlamda da ekosistemin dengede olup olmadığını oradaki kuş popülasyonlarını izleyerek tahmin etmek mümkün diyebiliriz. Kuş popülasyonlarındaki önemli azalmalar ekosistemde de önemli değişikliklerin ve problemlerin varlığına işaret eder. Bu uyarıları dikkate almadığımız takdirde sadece yaklaşan problemlere gözümüzü kapamış oluruz.

Türkiye’nin kuşları
Türkiye ılıman orta kuşak iklimine sahip bir ülke olarak orta zenginlikte bir biyolojik çeşitliliğe sahip. Gerçi, dünya genelinde kıyaslandığında orta zenginlikte görülse de, ülkemiz bölge açısından değerlendirildiğinde tüm Avrupa kıtası ile boy ölçüşebilecek bir biyolojik çeşitlilik merkezi. Örneğin tüm Avrupa kıtasında bulunan bitki türü sayısı yaklaşık 12 bin iken Türkiye’de 9 bin civarında bitki türü bulunuyor. Üstelik bu türlerin üçte biri endemik türler, yani sadece belli bir bölgede bulunmakta. Bu yüksek biyoçeşitliliğin temel nedeni ülkemizin üç kıtanın birleşim noktasında bulunması ve iklim ve yükseklik farklılıkları nedeniyle değişik yaşam ortamlarına sahip olmasıdır. Trakya'nın alçak ovalarından, Urfa'nın yarı-çöllerinden, Kars'ın 2 bin m. yükseklikteki yaylalarına; 3000, hatta 5000 metrelere yükselen dağ sıraları ve alpin çayırlardan, tatlı, tuzlu her türden sulak alanlara; yaprakdöken, ibreli, karışık ve subasar ormanlardan, Akdeniz Bölgesi'ne özgü makilik ve zeytinliklere kadar çok çeşitli yaşam ortamları doğal olarak kuş türlerinde yüksek bir çeşitliliğin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Ülkemizde şimdiye kadar toplam 466 kuş türü gözlendi. Bunlardan 380 tanesi düzenli, 86’sı ise düzensiz ya da rastlantısal olarak gözlenenler. Düzenli gözlenen 380 türden 300’ü aynı zamanda Türkiye’de üremekte. Kalan 80 tür ise ilkbahar ya da sonbahar döneminde Türkiye üzerinden göç eden ya da kışı geçirmek için ülkemize gelen türler.

Kuş göçleri
Kuşların belirli bölgeler arasında düzenli gidiş geliş hareketleri, yani göçlerinin sebepleri hakkında pek çok teori ortaya atılsa da, her yıl milyarlarcasının aynı rotaları kullanarak yaptıkları bu yorucu ve tehlikeli yolculuğun nedeni henüz tam olarak bilinemiyor. Yalnızca göç olgusunun buzul çağından günümüze yavaş yavaş şekillenen bir davranış olduğu varsayılıyor. Şöyle ki buzul çağında Sahra Çölü (şimdi Sibirya’da görülen) tundra ve tayga bitki örtüsüyle kaplıydı. Kuşlar o zamanlar (bütün yıl) bu bölgeyi kullanırlarken, Anadolu’daki buzullar yavaş yavaş çekildikçe oluşan bu yeni beslenme alanını takip ettiler. Buzulların çekilmesi, üreme açısından uygun şartlar sağlasa da kuşlara, kış dönemi o kadar verimli geçmediğinden, soğuk dönemi geçirmek için güneye döndüler yine. Günümüzde de görülen göç hareketi bu ihtiyaçlar doğrultusunda oluştu ve göçler tabii her zaman sadece kuzey-güney doğrultusunda şekillenmedi. Farklı türler belli rotaları takip etti. Bu rotaları izleyebilmek için de biyolojik saatlerini kullandılar ve güneşe göre yönlerini tayin ettiler. Gündüz göç eden kuşlar için yön bulmada yardımcı olan güneş, gece bu görevi yıldızlara bıraktı. Elbette gökyüzünün görünmediği zamanlar için de bir yön bulma aracının olması gerekiyordu; ki bilim insanları bu aracın kuşlarda bulunan manyetik alan tespit edebilme yeteneğinin olduğunu düşünüyorlar. Örneğin güvercinlerin üzerinde yapılan araştırmalar göstermiştir ki bu kuşlar yönlerini bulmak için dünyanın manyetik alanından yararlanıyorlar.
Değişik kuş grupları da göç ederken farklı stratejiler kullanıyorlar. Küçük ötücü kuşlar gece göç edip, gündüzleri bulundukları yerde günü beslenerek geçirmeyi tercih ediyorlar. Gece göç etmek hem gündüz göçmeni olan yırtıcı kuşlarla karşılaşma riskini en aza indiriyor, hem de uçarken harcanan yüksek enerjiden dolayı ısınan vücutlarını gecenin soğuğu ile serinleterek su kayıplarını azaltıyor. Bu kuşlar kanat çırparak göç ettiklerinden uzun mesafeleri tek uçuşta aşabiliyorlar. Beslenme ve konaklamalarına imkân vermeyen Akdeniz ve Sahra Çölü gibi büyük engelleri bu sayede geçiyorlar. Bunu başarabilmek için de vücutlarında hafif ve yüksek enerji deposu olarak yağ depoluyorlar. 15–17 santimetre uzunluğundaki bir bülbül normal zamanda 18–20 gram kadar gelirken göç öncesinde vücudunda yüzde 60 oranında yağ depolayarak 32 grama kadar çıkabilmekte. Leylekler, kartallar, akbabalar gibi büyük kuşlar ise kanat çırpmadan uçmayı tercih ederler. Büyük kanatlarını çırpmanın onlara getirdiği enerji masrafını karşılayamayacaklarından enerji açısından daha ekonomik yöntemler kullanırlar.
Yeryüzüne çarpan ışınlar sayesinde ısınan hava yükselerek termal kolonlar oluşturur. Geniş kanatlara sahip olan bu büyük kuşlar, kanatlarını sabit bir açıda tutarak tıpkı bir planör gibi bu termal havanın etrafında dönerek yükselirler. Belli bir yüksekliğe ulaştıktan sonra kanatlarını sabit tutup süzülerek bir sonraki termale kadar kanat çırpmadan yolculuk ederler. Bu ekonomik yöntemin getirdiği bazı sıkıntılar da yok değildir. Termaller gün ortasında, sıcak havada ve sadece karalar üzerinde oluştuğundan göç güzergâhı ve zamanlaması açısından bazı kısıtlamalara neden olur. Bu şekilde göç eden kuşlar karalara bağımlı kalırlar ve göç sırasında bazı bölgelerde yoğun olarak toplanırlar. Avrupa-Afrika arasında süzülen göçmen kuşların yoğunlaştığı beş darboğaz vardır. Bunlar Cebelitarık Boğazı, Sicilya yarımadası, İstanbul Boğazı, Hatay ve Artvin olarak sayılabilir. Görüldüğü gibi bu beş ana koridordan üçü Türkiye’de bulunmakta. Bu yüzden Türkiye’de doğa koruma çalışmaları daha da önem kazanır.

Kuşları tehdit eden unsurlar
Kuşlar yaşamları boyunca pek çok tehditle karşılaşırlar. Bunların bazıları doğal faktörlerden kaynaklansa da çoğunluğu insan eliyle ortaya çıkan tehditler. İnsan kaynaklı tehditlerin başında yaşam ortamlarının tahrip edilmesi ya da yok edilmesi geliyor.
Ülkemizde kuşlara yaşam olanağı sağlayan başlıca önemli yaşam ortamları sulak alanlar (göller, nehirler, lagünler, vs…) ve ormanlarda ciddi bir insan tehdidi ve tahrip yaşanmaktadır. Ormanlarımız her geçen gün şehirleşmeye, sanayileşmeye, turizme açılırken geri dönüşü olanaksız şekilde tahrip ediliyor. Büyüyen şehirlerimizde onların ihtiyaçlarını giderecek yeni yeşil alanlar oluşturmak yerine mevcut orman alanlar tahrip ediliyor. Bunların yanı sıra sulak alanların büyük bir tehdit altında olduğunu geçtiğimiz aylardaki bir başka dosya konumuz “Türkiye’nin sulak alanları” başlığı altında ayrıntılı olarak görmüştük. Tabii ülkemizde yoğun olarak yapılan bilinçsiz avcılığı da atlamamak gerekir. Bu avcıların bir kısmı devlet tarafından konulan kurallara uysalar da büyük bir çoğunluğu kaçak olarak sezon dışı avlanıyor, belirtilen av sınırlamalarına uymuyor ve üstelik koruma altındaki vurulması yasak türleri avlıyorlar. Bu konuda en büyük sorumluluk, devletin doğa korumadan sorumlu organlarının yanı sıra kurallara uyan avcılar ve doğa korumacılara düşüyor. Bu konuya sorunun tüm paydaşlarının ortak çabası ile acilen bir çözüm getirilmeli. Ayrıca ülkemizin göç yolları üzerinde bulunması sebebiyle sadece kendi kuşlarımızı değil, göç sırasında ülkemizde konaklayan ya da kışı ülkemizde geçiren türleri de korumak zorundayız. Ülkemiz bu konuda birçok uluslararası sözleşmeye imza atarak bu sözleşmelerin gereğini yerine getirmeyi taahhüt etmiştir. 

Son elli yılda Türkiye’deki nesli tükenen kuş türleri
Yılanboyun, Büyük Çütre, Yakalı Toy, Kelaynak

Türkiye’de nesli tehdit altında olan başlıca kuş türleri
Toy, Kara Akbaba, Tepeli Pelikan, Dikkuyruk, Küçük Kerkenez, Akkuyruklu Kartal, Ada Martısı, Mezgeldek, Şahkartal, Yaz Ördeği, Küçük Karabatak, Bıyıklı Doğan, Uludoğan, Telli Turna

Ülkemizdeki kuş türleri
Su kuşları
Ördekler, kazlar, su kenarında yaşayan kıyı kuşları, flamingolar, pelikanlar, balıkçıllar, leylekler ve deniz kuşları (martılar, sumrular, vs…)  bu gruba dâhil edilebilir. Genellikle sulak alanlarda ve su kenarlarında bulunurlar. Çoğunlukla böcek, balık ya da suda bulunan diğer canlılarla beslenirler. Sulak alanlarda yaşanan problemlerden ilk olarak etkilenen türler arasında su kuşları gelir.

Yırtıcı kuşlar
Gaga uçları aşağı doğru kıvrıktır, güçlü ve av yakalamaya uygun pençeleri vardır.  Genellikle canlı hayvan ve leşlerle beslenirler. Yırtıcı kuşlar gündüz ve gece yırtıcıları olarak ikiye ayrılabilirler. Başlıca gündüz yırtıcıları: kartallar, şahinler, doğanlar, deliceler, atmacalar ve akbabalardır. Görme duyuları çok gelişmiş, uçma yetenekleri de üstündür. Gece yırtıcıları ise kukumav, ishakkuşu ve puhu gibi baykuşlar. Bu kuşlar gece avlandıkları için görme ve işitme duyuları çok gelişmiş. Gece karanlığında otlar arasında dolaşan bir avı görebilir ve çıtırtılarından yerini tespit edebilirler. Özellikle baykuşların tüy yapısı uçarken hiç ses çıkarmadan avlarını yakalayabilmelerine olanak sağlar.
Yırtıcı kuşlar sulak alanlarda da bulunabileceği gibi, ormanlık bölgelerde daha çok bulunurlar. Beslenme piramidinin tepesinde olmalarından dolayı değişikliklere, tarım ilacı ve böcek ilacı kullanımına karşı çok hassastırlar.

Ötücü kuşlar
Adlarından da anlaşılacağı gibi ötüş için özelleşmiş bir gırtlak yapısına sahipler. Genel olarak gruplar arasında ardıç kuşları, örümcekkuşları, kırlangıçlar, ağaçkakanlar, ötleğenler, baştankaralar, kirazkuşları, kargalar ve serçeler sayılabilir. Kuşların en yaygın takımıdır. Hem sulak alanlarda, hem de ormanlık veya bozkır arazilerde sıklıkla görülürler. Genellikle böcekler ve tohumlarla beslenirler. 
  Bunları biliyor musunuz?

Arı sinek kuşu (Mellisuga helenae)
•Dünyanın en küçük kuşunun Küba'da bulunan, boyu 6,5 cm ve ağırlığı yaklaşık 2 gram olan arı sinek kuşu (Mellisuga helenae) olduğunu,

•Yaşayan en büyük kuşun devekuşu olduğunu, boylarının 2.7 metreye ve ağırlığının da 160 kilograma ulaşabildiğini,

•Avrupa'nın en büyük yırtıcı kuşu unvanının 3 metrelik kanat açıklığıyla Kara Akbaba'da (Aegypius monachus) olduğunu ve İspanya'dan sonra ikinci en büyük popülasyonunun Türkiye'de bulunduğunu,

•Kuzey Sumrusu'nun (Sterna paradisea) her yıl Kuzey Kutbu'ndan Güney Kutu'na kadar göç edip geri geldiğini, bu sırada yaklaşık 40 bin km yol kat ettiğini,

•Tropik bölgelerde yaşayan ve çiçeklerin nektarlarıyla beslenen sinek kuşlarının bu nektarları alabilmek için saniyede 90 kere kanat çırparak havada asılı kaldığını, bu sırada kalp atış hızının dakikada 1260 vuruşa kadar yükseldiğini ve kanatlarının açısını değiştirerek yüksekliğini değiştirmeden ileri geri hareket edebildiğini,

Leylek  (Ciconia ciconia)
•Dünya'daki leylek (Ciconia ciconia) popülasyonunun yüzde 74'ünün göç sezonunda Türkiye üzerinden geçtiğini,

•Leyleklerin her yıl yuvalarına yeni malzeme taşıdığını ve uzun süre kullanılan yuvaların ağırlığının bir tonu geçebildiğini,

•Baykuşların kafalarını 270 derece çevirebildiklerini, farklı pozisyonlardaki kulak delikleri sayesinde gelen sesin kaynağını büyük bir kesinlikle tespit edebildiklerini,

•Avustralya'da bulunan lir kuşunun dişisini etkileyebilmek ve düşmanlarını korkutabilmek için etrafında duyduğu bütün sesleri (goril sesi, şempanze çığlığı, elektrikli testere, araba alarmı, fotoğraf makinesi sesi, tüfek atışı, çocuk ağlaması, köpek havlaması gibi) taklit edebildiğini,

•Gökdoğan'ın (Falco peregrinus) avına dalış yaparken saatte 320 km hıza ulaştığını,

•Afrika'da bir Kızıl Akbaba'nın (Gyps fulvus) yerden 11 bin 920 km yükseklikte görüldüğünü,

•Bir kuşun tüylerinin ağırlığının kemiklerinin ağırlığından fazla olduğunu,

•Allı turna olarak da bilinen flamingoların (Phoenicopterus ruber) doğduklarında gri oldukları halde, 
beslendikleri kabuklu hayvanlarda bulunan karoten adı verilen bir madde sebebiyle kırmızı renklerine kavuştuklarını,

•Alfabede kullandığımız küçük “a” harfinin Mısır hiyerogliflerindeki Kaya Kartalı imgesinden geldiğini…

Yeni başlayanlar için scuba diving

Şimdiye dek elinize geçen bir maske, palet ve şnorkelle denizaltını nefesiniz yettiğince keşfetmiş olsanız da, gerçek sualtı atmosferini derinlemesine hissedebilmenin ve büyüleyici canlılarla tanışabilmenin yolu tüplü dalıştan, “scuba diving”ten geçiyor.

Artık yalnızca bir kumsalda güneşlenmek ve arada bir denize girip serinlemek kimseye yetmiyor. Ne yapmalı? Bu yaz, arkadaşlarla kiralanan bir tekneyle eğlencenin doruğuna mı çıkmalı, üzerinde tamamen özgür olacağınızı hissettiğiniz bir sörf tahtasında, sörf yapmanın inceliklerini öğrenerek önünüzdeki tüm tatilleri daha renkli mi kılmalı ya da rafting yapılacak bir coğrafya seçilip tatili unutulmaz hale mi getirmeli? Tatilde yapılacaklar listesi çoğaldıkça yüzlerdeki gülümseme de artıyor. Ama bu listeye dâhil edebileceğiniz öyle bir tanesi var ki, seçenekler içinde ayrı bir yerde duruyor ve pek çoğumuzun tatil planlarında illa ki yer alıyor; bu sefer olmazsa, seneye mutlaka! Engin mavilikleri keşfetmemizi sağlayan dalışlardan bahsediyoruz; evet tüplü sualtı dalışlarından…
Bugüne kadar, muhtemelen elimize geçen bir maske, palet ve şnorkelle denizaltını nefesimiz yettiğince izlemişizdir. Sualtının gizli saklı güzelliklerini bu yolla ucundan keşfetmiş olsak da gerçek sualtı atmosferini derinlemesine hissedebilmenin ve fotoğraflarda, belgesellerde görünen büyüleyici canlılarla tanışabilmenin yolu tüplü dalıştan, “scuba diving”ten geçiyor. Şayet, bugüne kadar hiç sualtına dalmadıysanız ya da cesaret edemeyip güzelim sualtını pas geçtiyseniz; bu yıl tatil planlarınıza bu alternatifi de ekleyin ve mavinin en güzel halini mutlaka keşfedin! İnanın hiç pişman olmayacaksınız, üstelik sualtındaki mavi cennette kaldığınız süre boyunca, bambaşka bir dünyayla tanışacaksınız. Kısa süreliğine de olsa, “su yüzündeki” her şeyi geride bırakacak; sualtı dünyasının sakinleriyle baş başa kalacaksınız…

Dalış yapabilmek için yazı beklemek gerekmiyor.
Üstelik her mevsim yapabileceğiniz dalış için, yalnızca bir hafta sonunuzu ayırmanız yeterli. Ama şimdiden söyleyelim; ilk deneme her zaman bir sonrakini tetikliyor ve bu zamanla vazgeçemeyeceğiniz bir tutku haline geliyor. Bir süre sonra bir de bakıyorsunuz, “derinlik sarhoşu” olup çıkmışsınız…
İşe öncelikle, dalış konusunda eğitim verebilecek bir kulüp bulmakla başlamak gerekiyor. Bu, belki de işin en kolay kısmı. İster yaşadığınız şehirde, isterseniz tatil için gittiğiniz yörelerde geçerli olan “BSK”, “BSAC”,“CMAS”, “PADI”, “NAUI” vb. sertifikalarını veren bir dalış merkezi bulabilirsiniz. Özellikle tatil bölgelerinde neredeyse adım başı dalış kulüplerine rastlıyorsunuz. İstanbul’da ise durum farklı değil. İnternette yapacağınız küçük bir arama sizi doğru adreslere yönlendirecektir zaten. Yalnızca kulübünüzle iletişim kurmak, ardından dalış için zamanınızı ayarlamak ve rotanızı kaydetmek kalacak size. O gün geldiğinde ise yapacağınız tek şey, denize gider gibi mayonuzu, gözlüğünüzü, güneş kreminizi, havlunuzu ve diğer deniz gereçlerinizi yanınıza alıp buluşacağınız noktaya ya da tekneye gitmek.

Deneme dalışıyla start verin
Scuba Diving eğitimi üç aşamadan oluşuyor. Önce teorik dersler alıyorsunuz. Bu derslerde dalışın temel kuralları, kullanacağınız ekipmanlar, sualtında karşılaşabileceğiniz rahatsızlıklar, ilk yardım uygulamaları, derinlik ve zaman hesapları öğretiliyor. Daha sonra sığ denizde ya da havuzda pratik dersler başlıyor. Dalış elbisesini giyip ağırlık kemerini, maske ve şnorkelinizi, hava tüpünüzü, BC’nizi (denge yeleği) ve regülatörü de kuşandıktan sonra, kendinizi suya bırakabilirsiniz. Ekipmanınızın kullanımı, acil durumlarda arkadaşınızla yardımlaşma ve çimlenme, maske suyu dışarıya boşaltma, suyun altındaki haberleşme işaretleri, derinlerde kulak dengesi bu derslerde öğrenmeniz gereken temel bilgiler arasında.
Teknede alacağınız teorik eğitimin ardından ilk deneme dalışınıza artık hazırsınız! Üstelik dalabilmek için, iyi bir yüzücü olmanız da gerekmez, yani bu iş tahmin ettiğinizden çok daha kolay. Yüzme biliyor olmak ve kendinizi suda rahat hissetmeniz yeterli. 8 yaşından büyük, nefes almayı becerebilen, sağlıklı ve dalış sporuna ilgi duyan her kişi dalış sporuyla uğraşmaya aday. Yalnızca, deneme dalışı sizi biraz da olsa endişelendirebilir; ancak denizaltında dalış eğitmeninizin sizi bir an bile olsun yalnız bırakmaması ve ardından derinliğe yavaş yavaş alışmanız, üzerinizdeki tüm gerginliği alacaktır. Deepist Dalış Kulübü’nden Dalgıç Korhan Güler, kulüplerin deneme dalışını birebir sahilden yaptığını anlatıyor. Bu anlamda da ayağınızın yere değmesi de rahatlatıcı bir başka etken. İlk aşamada ilk kez suya giren bir kişi yaklaşık 1 metrede dalışa başlıyor. Aynı dalış için de suya alışan kişi 5 metreye kadar dalabiliyor. Dalış sonrası dalışın değerlendirmesi sudan çıkılır çıkılmaz yapılıyor. Güler’in deneyimlerine göre sudan çıkanların söyledikleri ilk cümle, "müthiş ve dalış bu kadar basit miydi?!" oluyor. Zaten Korhan Güler’in de deneme dalışı için altını çizdiği şey de bu: “Deneme dalışının yapılma nedeni dalışın ne kadar basit bir eylem olduğunu gösterebilmek. Basitliğin sebebi, kurallarının kesin oluşundan. Bu kurallar bütün dünyada aynı ve aynı şekilde uygulanıyor. Üstelik sualtındaki işaret dili de dünyanın her yerinde standart. İlk kez daldığınız yabancı ülkeden bir insanla mavi derinliklerde bu dili konuşursunuz.”

Sualtını amatör bir hazla keşfetmek
Deneme dalışınız başarılı geçtiyse ve siz dalmayı sevdiyseniz artık ilk seviye yani 1 yıldız kursuna başlayabilirsiniz. Maksimum 18 metreye kadar dalabileceğiniz bu seviyede Sualtı Federasyonu kurallarına göre toplam 8 dalış yapılıyor. Maksimum eğitim süresinin de 4-5 gün sürdüğü bu deneme dalışları, eğitmen eşliğinde yapılıyor. Peki, sizi bekleyen süreç nedir, kısaca göz gezdirelim…  
1. Gün: 1 yıldız eğitimine teorik derslerle başlanıyor. Ardından sahilde ilk dalışınız yapılıyor. Daha önceden deneme dalışı yapma fırsatınız olmadıysa ya da uzun süre önce deneme dalışı yaptıysanız, bu dalış deneme dalışı mahiyetinde oluyor.
2. Gün: İkinci ve üçüncü dalışlar yine kıyıdan yapılıyor. Bu dalışlarda zorunlu olarak yapılması gereken sualtı eğitimleri de veriliyor. Bu arada teorik derslere devam ediliyor.
3. Gün: Teorik dersleri takiben önceki günlerden yapılamamış sualtı eğitimleri yapılıyor.
4. Gün: Bu seviyede zorunlu sualtı eğitimleri bitiyor ve ilk açık su dalışının yapılması için tekneyle dalış bölgelerinden birine gidiliyor.
5. Gün: Kendinizi geliştirme dalışları mahiyetinde olan dalışlara bugün de devam ediliyor. Beşinci günün sonunda eğitmen tarafından, bir yıldız dalıcı eğitimi konularının tamamından, yazılı imtihan yapılıyor. Sualtı becerileri ve yazılı imtihandan başarılı olanlar bir yıldız dalıcı brövesi almaya hak kazanıyorlar.
Yaklaşık bir haftalık bir kurstan sonra dalış brövenizi aldınız… Bir dalgıçsınız artık... Ancak sakın aklınızdan çıkmasın, henüz yolun başındasınız. Yanınızda en az üç yıldızlı “buddy”niz (dalış arkadaşınız) olmadan dalmanız kesinlikle yasak. Bu arada dalış sayınız ve tecrübeniz arttıkça ve gerekli eğitimleri aldıkça tecrübeli bir dalgıç olabilir, dünya denizlerini keşfedebilirsiniz… Bundan sonrası size kalmış, ister derinliklerde arkeolojik eserlerin cazibesine kaptırın kendinizi, ister evrenin en renkli sualtı canlılarını yakından izleyin, isterseniz batıkların tarihi macerasına tanıklık edin…


Dalış için nelere ihtiyacınız var?
Bir dalışta, maske, palet, dalış elbisesi, dalış yeleği (BCD), tüp ve regülatör sistemi zorunlu ekipmanlar. Bunların yanı sıra dalış şartlarına ve isteğinize göre fener, dalış saati, bıçak, eldiven vb. dalış ekipmanları da kullanabilirsiniz. Tüm bu ekipmanları eğitiminiz süresince ve sonrasında yapacağınız dalışlarda, hemen hemen her dalış okulu ve teknesinden kiralama şansını bulabilirsiniz. Yani ekipman maliyetinden tamamen kaçınarak bu spora başlayabilirsiniz.

Deneyimli dalgıçlardan tüyolar

Savaş Karakaş
Sualtı Belgesel Yapımcısı ve Sunucu
Derinliklerde olma ve dalma tutkusu size ne ifade ediyor?
Dünyaya gelmeden önce de zaten 9 ay suyun içindeydik, ana rahminde. Her dalış benim için işte böyle yeni, taptaze bir başlangıç… Karada sürüp giden kargaşadan, karışıklıktan, gürültüden kurtulmanın tek yolu dalmaktır. Ana rahmindeki huzur ve sükûnete ben derinlerde kavuşurum.
İyi bir dalıştan ne beklersiniz?
Benim için iyi dalış iyi bir 'Sudaki İzler' demektir. İz TV'de yaptığım programım için hikâye ve görsellik çok önemli. İyi bir dalış; 2. hatta 3. dalışı yaptıran dalıştır. Bazen bir batık, bazen bir reef. Bazen sadece 5m derinde bazen de 75!
Savaş Karakaş’ın en iyi dalış noktaları neler?
Türkiye’den Çanakkale savaş batıkları, Antalya'da St. Didier Batığı ve Kırkgözler, Karadeniz'de U20 denizaltısı, yurt dışında Mısır-Kızıldeniz ve ABD-Key Largo/Islamorado.

Alptekin Baloğlu
Sualtı Fotoğrafçısı
İyi bir dalıştan ne beklersiniz?
Sakin bir dalış ama sürekli sürprizlerle dolu… Örneğin elinizde makro objektif, küçük canlıları fotoğraflamayı hedefliyorsunuz. Mercanların içine bakıyorsunuz ve 3mm boyunda bir pigme denizatıyla karşılaşıyorsunuz. Bingo! İşte hedefe ulaşılmış durumda, yanında bir denizkestanesi ve üzerine dikkatlice bakıyorsunuz 2mm boyunda bir yengeç size bakıyor, ama kamuflajlar o kadar iyi ki o canlıları görebilmek bir başarı. Bu esnada yanınızdan bir yunus geçiyor ve hatta sizinle beş dakika oynuyor, yüzeye doğru çıkarken de birden hava karamış gibi oluyor, yukarı baktığınızda da 8m boyunda bir balina köpekbalığı bir lokomotif gibi üzerinizden geçiyor. Bir dalıştan daha ne beklenebilir ki?
İyi bir sualtı karesinde neyi ararsınız? 
Ona bakan kişiyi alıp farklı bir dünyaya gitme isteği vermesini. Daha önce görmediği bir canlıyı ve objeyi ilk kez sizin istediğiniz bakış açısıyla göstermeyi başarmayı. O fotoğrafa çeşitli dönemlerde birkaç kez sıkılmadan bakma arzusu yaratmayı.
Alptekin Baloğlu’nun en iyi dalış noktaları neler?
Türkiye'de Bodrum Küçük Resif ve Saroz. Yurt dışında ise Galapagos Adaları ve Papua Yeni Gine.
Dalışa yeni başlayanlara önerileriniz neler?
Hiç zaman kaybetmeyin ve hemen sizi yeniden yaratacak bu hobiyle tanışın. Göreceksiniz hayata bakış açınız değişecek ve daha mutlu bir insan olacaksınız.



Nazmi Alacadağ
Balıkadam Eğitim Merkezi Dalış Eğitmeni 
İnsanlara dalmayı neden öneririsiniz?
Sualtı yaşamı, günlük ve alışageldiğimiz yaşamın çok dışında bambaşka bir dünya. Karada yaşayan biz insanlar dalış sırasında geçici bir süre sualtında soluyor ve yaşıyoruz. Dolayısıyla beynimiz, vücudumuz bambaşka çalışıyor. Gördüğümüz her kare bizim daha çok keyif almamıza neden oluyor. Ayrıca giderek monotonlaşan yaşam koşullarında çok farklı bir tutunum noktası oluyor dalış.
Tehlikeleri var mıdır?
Dalış kurallarına uyduğunuz takdirde tehlike ya da risk oranı tenis sporundakinden bile düşük. Bröve eğitiminizde göreceğiniz gibi, belirlenen kurallar sizi vurgun ve diğer dalış rahatsızlıklarına karşı koruyacaktır.


Dünyadan en iyi dalış noktaları
1. Malezya/Sipadan Adası
2. Güney Avustralya/Great Barrier Reef - SS Yongala Batığı
3. Bahama Adaları
4. Kanada/Baffin Adası
5. Papua Yeni Gine/Milne Bay
6. Mısır Kızıldeniz/Aida II Batığı Brothers Adası
7. Güney Afrika Ümit Burnu/Beyaz köpekbalıkları
8. Palau/Blue Corner
9. Cayman Adaları/Bloody Bay Wall
10. Cocos Adaları/Glapagos & Malpelo

30 Ekim 2010 Cumartesi

deniz fenerleri

Kendi ıssız cumhuriyetlerinde, gözlerden ırak bir toprak parçasında tek başına parıldayan fenerler, arkalarına aldıkları muhteşem deniz manzarasıyla karadaki insana çıldırtan bir yalnızlık hissini armağan ederler. Oysa denizden bakanlar için bambaşka anlamlar taşır. Onlar için öncelikle umuttur fener. Sonra özlem… Haftalarca engin mavilikte yolunu bulmaya çalışan deniz adamlarının bizzat can yoldaşıdır…

Yalnızlığını içine hapseden ama yine de ışığını göndermeye devam eden deniz fenerlerinin insandaki anlamını hiç düşündünüz mü? Jules Verne’nin yaş kemale ermeden defalarca okunabilen romanı Dünyanın Ucundaki Fener’i okuyanlar bilir. Kitap, her defasında insanı tek bir duyguya yönlendirir: Dünyanın bir ucuna kaçmak, hatta yalnızlığın tam ortasındaki fenerde yaşamak! Ama keramet romanda değil! Bu kitap okunsun okunmasın fenerler zaten hemen herkeste aynı hisleri bırakırlar. Kendi ıssız cumhuriyetlerinde parıldayan, gözlerden uzak bir toprak parçasında tek başına görünen fenerler, onlara uzaktan bakanlara yoğun bir yalnızlık hissi ve hüzün bırakırlar. Elbette, beraberinde muhteşem bir manzarayı da akıllara kazırlar. Çünkü hep tepeler, denizdeki sığlıklar gibi iyi manzaraya sahip yerlere kurulur ve kuruldukları yerlere uyum sağlayarak manzarayı daha seyredilesi kılarlar. Durum her ne kadar karadan bakanlar için biraz da estetik kaygılar taşısa da, denizdekiler için fenerler bambaşka bir anlam ifade eder. Öncelikle umuttur denizciler için fener. Sonra özlem… Haftalarca engin mavilikte yolunu bulmaya çalışan deniz insanlarının can yoldaşıdır fenerler. Daha iyi anlayabilmek için; aylarca denizde seyreden bir gemide olduğunuzu hayal edin. Günlerinizin ve gecelerinizin iki mavi arasında sıkışıp kaldığını ve yer yer bölünmüş boğucu bir karanlığın ortasında yapayalnız olduğunuzu… Sonra, birdenbire bir ışıkla buluştuğunuzu düşünün… Çöldeki serap misali, kurtarıcı feneriniz karşınızda! İşte deniz fenerlerinin bir denizci için anlamı bu kadar büyük. Lakin, son yıllarda aynı şeyleri söylemek pek de mümkün değil. Yüzyıllardır denizcilerin yolunu, mevkiini bulmasını, tehlikeli noktalardan sağ salim geçebilmesini sağlayan, kayaları, sığlıkları gösteren fenerlerin önemi son zamanlarda iyice kaybolmaya başladı. Bu yarenliğin bozulmasındaki ve deniz fenerlerine duyulan gereksinimin azalmasındaki en büyük neden, fenerlerdeki otomasyonun yaygınlaşması ve uydu haberleşme sistemlerindeki gelişmeler. Dolayısıyla deniz fenerleri bugün pek çok ülkede uzaktan idare ediliyor.
 
Teknolojinin gelişmesi fenerlerin varlığını yok etmekten çok, karadaki insanların kullanımına açtı. Fenerler bulunduğu ülkenin kültürüne göre çok amaçlı şekillendi. Örneğin Avrupa’da pek çok ülke kullanımdan kalkan fenerlerin, eskiden bekçilerin oturduğu kısımlarını turistlik amaçlı, otel, lokanta, alışveriş mağazası vs. olarak hizmete açtı. Dolayısıyla fenerde ömrünü geçiren bekçiler artık yok. Amerika’daki bu türden, kullanılmayan pek çok konut ise, 6-12 yaş arası çocuklara kamp olarak işlev görüyor. Yazları bu kamplara gelen çocuklara balıkçılık, deniz feneri bekçiliği ve denizcilik eğitimleri veriliyor. (Ülkemizde böyle bir kamp olsa kaç kişi çocuğunu yollar? Denemeye değer değil mi sizce de?)
Şile Feneri
 Türkiye’de, tam olarak benzeri bir çalışma yok. Ancak turizme açılmış ve yalnızca ziyaret edilebilen üç deniz feneri bulunuyor. Bunlardan en önemlisi, bulunduğu merkezin simgesi haline gelmiş olan Şile feneri. Türkiye'nin en büyük, dünyanın da ikinci büyük feneri olan Şile fenerinin bu yıl 150. yaşını doldurduğunu hemen eklemekte fayda var. Turizme açılmış diğer iki fener, Türkeli ve Anadolu feneri ile birlikte ülkemizde toplam 407 deniz feneri bulunuyor. Bu fenerlerin 53’üne İstanbul ev sahipliği yaparken turizme açılmış bu üç fener dahil olmak üzere 13 fener (Ahırkapı feneri, Mehmetçik feneri, Hoşköy feneri, Bafra feneri, Alanya feneri, Deveboynu feneri, Akıncı feneri, Türkiye - Gürcistan sınır hattı transit feneri, Yeşilköy feneri, Fenerbahçe feneri) tarihi bir önem taşıyor. Coğrafyamızda Osmanlı İmparatorluğu öncesinde inşa edilen pek çok fener olduğu gibi bu dönemde de yeni yapılar karşımıza çıkıyor. Osmanlı zamanında inşa edilen ilk fener Fenerbahçe feneri. Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1562 yılında inşa ettirilen bu fenerin ardından uzunca bir süre sonra 1755’te Ahırkapı deniz feneri inşa edilmiş. 1853-1856 Kırım Savaşı yılları ve sonrasında Karadeniz'e giden İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini kolaylaştırmak için, çok sayıda fener inşa edilmiş: Ahırkapı, Fenerbahçe, Anadolu ve Rumeli fenerleri, Karaburun, Yeşilköy, Çimenlik, Kumkale ve Gelibolu fenerleri bu dönemin yapıları. Biraz da coğrafyamız dışına çıkıp deniz fenerlerinin tarihine bir göz atalım…

Yüzyıllara ışık saçan fenerler
Tarihteki ilk deniz fenerleri, üzerinde metal kaplar içinde alev saçan odunların, kömür ateşlerinin yandığı alçak kulelerdi. Bunlar, en uzak mesafeden bile rahatça görülmesi için tepeler ve yamaçlar gibi genellikle yüksek yerlere kurulmuştu. Sisli havalarda bile sesli uyarı vererek yerlerini belli eden bu fenerler, tüm dünyada çok farklı şekillerde, boyutlarda, renklerde yapılmışlardı.
İskenderiye Feneri 
Çok eski çağlarda bile kullanıldığı tahmin edilen deniz fenerlerinin ilk olarak ne zaman yapıldığı ise bir muamma. Ancak pek çok tarih kitabı, MÖ 7. yüzyılda, Çanakkale Boğazı’ndaki Kumkale’de, ki o zamanki adıyla Sigeon’da, ünlü bir deniz fenerinin varlığını kabul ediyor. Eski zamanların en ünlü deniz feneriyse Mısır/İskenderiye’deki mermer yapılı fener. Üzerinde kurulmuş olduğu küçük Pharos adasında, FarosHin adını taşıyan ve dünyanın antik çağdaki yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri İÖ 280 yılında Knidos'lu Sostrates tarafından inşa edilmiş. 14. yüzyılda meydana gelen bir dizi depremde yıkılan ve ne yazık ki günümüze kadar gelmeyen bu fener, tarihte inşa edilmiş deniz fenerlerinin en yüksek olanı (135m). İskenderiye fenerinin en gizemli yanıysa, gündüzleri bile güneş ışığını denize yansıtmak amacı ile tasarlanmış olan cilalı bronz aynaları. Geceleri ise aynaların önünde ateşler yakılıyor, böylece aynanın yansıttığı ışık, gece yaklaşık 50 km. mesafeden görülebiliyor… Tarih sayfalarında ilerlerken, eski Romalılarda da ünlü deniz fenerleri karşımıza çıkıyor. Bunlardan biri, Fransa’da Boulogne sahillerindeki. Bu fener 17. yüzyılda bile hâlâ kullanılıyormuş. Ancak tahmin edersiniz ki, o çağlardan günümüze bir fener kalmamış. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ardından denizlerdeki denetimin yok olması bunun bir nedeni ancak, bu fenerlerin yıkılmasının en önemli nedeni Ortaçağdaki bakımsızlık.
Daha yakın tarihe gelirsek; Amerika kıtasındaki ilk fener Boston limanı girişindeki Little Brewster adası üstüne 1716 yılında inşa edilmiş. Üzerinde odun veya kömür ateşi yakılan çok sayıda fener 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Avrupa kıyılarındaki değişik yerlere inşa edilmiş. İtalya'daki en eski fener Messina'da bulunuyor. 1611 yılında Fransa'da Gironde'da inşa edilen Cordouan feneri ise kayalıklar üzerine inşa edilmiş ilk deniz feneri olarak kayıtlara geçmiş. 19. yüzyılda da deniz ticaretinin yoğunlaşmasıyla birlikte, çok sayıda deniz feneri inşa edilmiş. Bunlardan İngiltere'deki Bell Rock (Forfarshire,1811), Skerryvore (Argyllshire, 1884), Fransa'daki Ar-Men (Sein Adası, 1881) ve Almanya'daki Roter Sand (Weser ağzı, 1885) dikkate değer deniz fenerleri.
Dünyanın tüm fenerlerini fener risalesinde bulabilirsiniz. Bu kitaplarda, her fener için, haritada verilen bilgiden ayrı olarak, yapımı, şekli ve her türlü özelliğine ait bilgi bulunuyor. 
            
                                  

                                            Meraklısına notlar…
  • Açık denizlerdeki fenercilerin hava koşulları yüzünden uzun zaman karaya çıkamamaları durumunda, yiyecek tükendiğinde, aydınlatmada kullanılan mumları yediklerini biliyor muydunuz? Dönem mumları hayvansal ve bitkisel yağ kökenli olduklarından sindirilebiliyormuş… 
  • Dünyada nükleer güçle çalışan tek fener Estonya'daki Tallinn feneri. Fener ışıklarının yoğunluğunu arttırmak için dev boyutlarda cam prizmalar ve mercekler kullanılmış. Bunların en büyüklerinin ağırlığı 5 ton.
  • Şiddetli fırtınalarda dalgalar 45m yüksekliğindeki bir fener kulesini tamamen örtebilir üstelik fener fanusunun 12,5mm kalınlığındaki camlarını kırabilir. Fanus içine o kadar çok deniz suyu girebilir ki fenerciler sularla beraber merdivenlerden sürüklenmemek için kendilerini merdiven korkuluklarına bağlamak zorunda kalabilirler.
  • Dünyanın en sağlam deniz fenerini yaptığına inanan Henry Winstanley aynı zamanda en şanssız deniz feneri yapımcısı! Fenerine çok güvenen Winstanley, herkese en şiddetli fırtınada bile fener içinde kalmak istediğini söylüyordu. Bir gün dileği gerçekleşti. Feneri, İngiltere tarihinin en büyük fırtınasında yıkıldı. O da dalgalara sürüklenen fenerde hayatını kaybetti.
  • Cristof Colomb'un amcası olan Antonio Columbo 1449 yılında meşhur Cenova fenerinin bekçisi olduğunu biliyor muydunuz?
  • 1895’te Yeni Zelanda'da, Stephen adasında nadir bir çalıkuşu türü keşfedildi. Yok olan türünün son örneği olan bu çalıkuşunu da ne yazık ki deniz feneri bekçisinin kedisi yedi.
  • Açık denizde kayalıklar üzerine inşa edilmiş ilk taş deniz feneri, Smeaton tarafından yapılan Eddystone fener kulesi (1759). İnşaat mühendisliğinin babası olarak tanınan Smeaton, fener inşaatı sırasında yeni uygulamalar icat etmiş. Örneğin taşların birbirine geçme olarak kullanılması, deniz çimentosu, taşları gemiden inşaat sahasına aktarmak için kullanılan özel vinçler bunlardan sadece üçü.